2 Nisan 2010 Cuma

"Abla"ya kalırsa, yaşamın yarısının gülmek iken diğer yarısının ağlamak olduğunun en güzel, en bilge örneği Naciye Hanım'dır.

"Abla"nın, Kuzey Ege'ye göçerken evini, çocuklarını emanet ettiği, dostlukları uzun yıllara yayılı Naciye Hanım'ın, arkadaşları önünde kendisini küçük düşüren babasına kızıp intihar eden 19 yaşındaki oğlunun yasına ara verip, mahallesinden, ailesinden kahkahalar atarak anlattığı hikâyelerden biri, "abla"yı en hüzünlendireni, annesiyle ilgili:

Naciye Hanım'ın annesi
"Biz çok küçüğüz o zaman, babamlar İsviçre'ye yeni gelmişler, ben hatırlamıyorum, babam hasta, evde bizimle kalmış, annem mecbur, alışverişe markete gitmiş. Aradan epey bir zaman geçmiş dönmemiş. Babam merak etmiş, kalkmış markete gitmiş; bir bakmış annem, köşede duvara dayanmış öylece duruyor. Gidip kolundan tutup sormuş
ne bekliyorsun burda, niye eve gelmedin? Annem kasiyeri gösterip git dayan köşeye! dedi... diye anlatmış; kasadaki kadın danke schön! deyince annem..."

Mehmet Amca

Mehmet Amca, aklı gidip gidip geliyor, üçaylığını almaya bankaya gidiyor kuyruğa giriyor; alıyor maaşını, dönüyor yeniden kuyruğa giriyor. Memurlar bakıyorlar yine Mehmet Amca, buyur edip oturtuyor, eline bir çay veriyorlar, gitmezse, oğlunu çağırıyorlar kahveden, gelip alsın... Bu Mehmet Amca'yı, oğlu birgün hastaneye götürmüş; ikidebir
şuram ağrıyor, buram ağrıyor, hemşireyi çağır, benim ağrım var deyip sızlanıyor. Oğlu bir ara kantine inmiş soluklanmaya, çay içerken Bonibon görmüş, almış, kutuyu kâğıt peçeteye boşaltmış, çıkmış yukarı, baba, demiş demin kantinde Alevî bir doktor gördüm, Mehmet Amca Alevî, bana bu hapları verdi, çok iyi, kuvvetli ilâçmış bu, hiç ağrın kalmazmış, ama kimseye söylemeyeceksin... Mehmet Amca, bir bardak suyla ilacı içmiş, sabaha kadar bir daha gözünü açmamış, mışıl mışıl uyumuş...

Mustafa ile Şükran
Naciye Hanım'ım, sarhoşken elektrik direğiyle bile kavgalaşan alkolik komşusu birgün, kahvede mahallenin belalılarından birine diklenmiş; "...adam da şişi çekip bunun kabasına sallamış, Mustafa, canı yanıp kanı görünce öleceğim sanıp topallaya topallaya eve koşmuş, aşkla sevdiği karısına aşağıdan sesleniyor; Şükraaaan, Şükran, yavrum aşkımız hiç bitmeyecek! Kadın apar topar aşağı iniyor, bakıyor yara derin değil, kocasını avutuyor bitmeyecek Mustafa'm, sen kendini yorma, bitmeyecek..."

Naciye
Seçimden önce, derenin orada adamın biri elinde hoparlör, anlatıyor, biz de dinliyoruz. Anlatıyor, anlatıyor, ardından soruyor;
ne istiyoruuuuuz?, kalabalık bağırıyor eşitliiik!, ne istiyoruuuuuz?, özgürlüüüüük!.. falan derken Mustafa yine körkütük, sallana sallana yanaştı, adamın elinden hoparlörü kaptı; adam ne oluyor diye huzursuzlandı, kalabalık Mustafa'yı tanıyor ya, başladılar gülmeye... Mustafa sordu, ne istiyoruuuuuz? ben biraaaaa! diye bağırınca, millet de bir gülme, bir gülme...

Mahalleliyle maceralarını, gülmekten gözünden yaş gelerek aktarırken, oğlu aklına düşse kara yaşlara boğulan Naciye Hanım, yaşamın yarısının gülmek iken diğer yarısının ağlamak olduğunun en güzel, en bilge örneğidir "abla"ya kalırsa...

18 Mayıs 2009 Pazartesi

Yerini, kilosu ve özgüveniyle -tartışmasız- dolduran müşteri

“Abla” buyur edildiği müşteri ilişkisi elemanı masasının önündeki boş koltuğa, karşısındaki koltukta oturan, yerini, kilosu ve özgüveniyle tartışmasız dolduran diğer müşteriyle tezat biçimde, yıllardır çalışarak geride bırakmaya çabaladığı, oranı belirsiz değersizlik ve alçakgönüllülük karışımı duygularla ilişirken, kele yakın saç traşı, marka giysisi, spor ayakkabısıyla şehirli olduğu belli adam, hacminin farkında alay tınılı tok ses tonuyla sorar, “kahve Yemen’den mi geliyor?”

Masanın ardındaki, ince, ufak tefek, iri kahverengi gözlü güzel genç kadın, müşteri ilişkisi elemanı, bir yandan “abla”nın bilgilerini güncellediği bilgisayardan gözünü ayırmadan, “görevli arkadaşımız izinli, dışarıdan getirtiyorum, biraz uzun sürüyor” diye açıklar. Nasıl bir eğitimle edinildiğini bilinmez, aynı yumuşak tonla “abla”ya döner, “siz de” der, “Erzurum doğumlusunuz, ben de, babam askerdi…”

Kadınların, hacimli adamı kahvesiyle baş başa, saf dışı bırakan sohbeti sürer; kışın da oturduğu yazlık sitenin kalabalıklaştığını, kendisinin aralarında bulunduğu birkaç kişinin Mayıs’ın ilk haftasından bu yana denize girdiğini belirtirken sözlerini “soğuk olmuyor mu?” diye kesen müşteri ilişkisi elemanına “abla”nın yanıtı, “denizimiz her zaman soğuk, biz sıcak olunca, aman! tektonik bir değişiklik mi var acaba, diye telâşlanıyoruz…”

Müşteri ilişkisi elemanının, bilgisayarından beklediği sonucu alıp aktardığı, kahvesini bitiren ve artık 20 dakika öncesi kadar hacimli görünmeyen, dahası, alay tınısı yiteli -az daha kısık mı nedir- alçakgönüllü, neredeyse pes perdeden tona bürünen sesiyle görüşmeyi sonlandıran adamdaki değişikliği gözleyip nedenini merak eden “abla”, aradan geçen yarım saatin kaydını inceler ve anahtar sözcüğü bulur: “Tektonik…”

Köylülüğünden sıyrılmaya çalışan köylü kadın.

Gömeç meydanından, Körfez Birlik 24 no.lu minibüse binmeye hazırlanan köylü kadının elindeki çanta “abla”nın dikkatini çeker. Genelde pütürlü astarlık kumaştan dikilip, biyelerle süslenerek çanta süsü verilmiş eczane promosyonu bez torbaların gelişkin modeli çanta, yapay deriden ve klâsik kadın el çantası biçiminde üretilmiş.

“Abla”, dikkatini çeken şeyin, çantadan çok, verildiği eczanenin adının koca harflerle yazılı olduğu ön yüzünün, içe çevrilip gizlenme gayreti olduğunu fark eder ve taşıyanı incelemeye alır: İnce uzun, endamlı kadının, solukça siyah saten uzun dış giysisi, geleneksel omuzdan bol pardesü benzeri köylü kadın dış giyiminden farklı; bu, penslerle bele oturtulmuş. Başındaki, desenindeki çiçeklerin renginde oyayla süslü yazma ise, geleneksel bağlanışın dışında, eşarp gibi çene altından bağlı… Yapay deri, yazıları içe gizlenen el çantası, bele oturan saten dış giysi, eşarp gibi bağlanmış yazma; bu, köylülüğünden sıyrılmaya çalışan bir köylü kadın!

1999’da tam güneş tutulmasını Hasankeyf’te izlemek üzere yollara döküldüklerinde, bugünkülere çok benzeyen alaturka bir helayı da barındıran Urartu harabesini gezdikleri köyde rastladıkları, fondöten pembesi otobüsten iner inmez çevrelerini saran köylü çocuklar arasında hemen göze batan, sümüksüz temiz yüzlü, söküksüz, yırtıksız, tertemiz giysili oğlanın -Gömeç’li köylü kadınla aynı mayayı taşıyan- anası gibi…

19 Mart 2009 Perşembe

2009 yılı, Mart ayının, ikinci yarısının, ilk üç günü: Kuzukulağı, bir cenaze ve Partililerin ziyareti…

Pazartesi: Hava güneşli ve neşeli! Direksiyonda, “abla” döner dönmez ikiz torunlarının müjdesini verip lokum ikrâm eden bilge şoför Halil Ağabey, Karaağaç Köyü’nden binenlerle tıklım tıkış 10:00 servisini pazara, Burhaniye’ye götürmekte… “Abla”, her zamanki yeri tekli koltukların ikincisinde, yassılttığı pazar arabası dizleri arasında, kulağı, yanında ayakta duran mavi gözlü, kasketli adamla, sesi arkasındaki tekli koltuktan gelen köylüsü arasındaki atışmada: Ayaktaki “Dünyaları verseler, ben Cumhuriyetimden vazgeçmem…” der, “Bayrağımdan vazgeçmem!”, arkadaki gevrek gevrek gülerek, “biz de vazgeçmedik, bir elimizde Türk Bayrağı vardı, yıkıldı Balıkesir…”, ayaktaki yüklenir “ben öyle bir altına, iki altına vatanımı, bayrağımı satmam!”, öteki geniş “canım biz de bir şey satmadık ki, yedik dönerimizi, köftemizi, höşmerim de verdiler, döndük geldik…”

Balıkçıya iki çipura bedeli ödeyip, ayıklanana kadar, hindiba peşine düşüp köylü pazarına inen “abla”, üç demeti 1 YTL’den altı demet hindiba, üç demet de kuzukulağı alır. “Kızım bak çok güzel yaprağım var” diyen teyzenin hamlesini, “bana bakacak bir karım olduğunda, şöyle mis gibi kıymalı yaprak sarması yapsın diye gelir alırım” diyerek savuşturur. İki köylü kadının ağızlarını örtüp gülüşmelerini ardında bırakır, pazar çıkışında beş demet sümbül alır, birini verdiği Halil Ağabey’in “Kaymakam bunları toplamış Fatoş Hanım, beraber karar almışlar, her parti bir tek kendi binasına bayraklarını assın diyerekten… Bir de birisi geldiğinde sağa sola astıkları parti bayraklarını o gidince hemen topluyorlar, bak ne güzel, öyle her yerde çok kötü oluyordu… Karaağaç’ta 100 metre caddede gökyüzü görünmüyor, sen de gördün ya!.. ” sohbetiyle, arabayı saran sümbül kokusuyla, evine döner.

Çocukluğunun masum tadı kuzukulağını yıkar, kupaya koyduğu çorbası yanında, ilkokul yıllarının, biçilmiş ot kokulu, köfteli, yumurtalı, taze soğanlı pikniklerine, hıdrellezlerine, okul gezilerine gideee gele çıtıııır çıtır yer, bitirir.

Salı: Hava puslu ve küskün… Sabahtan başlayarak, “abla”nın evinin önünden geçen caddenin bir yanına birkaç araba sıralanır. “Ne güzel” diye düşünür “abla”, “havalar güzelleştikçe, komşular sözleşip evlerini kontrole geliyorlar…” 10 torbanın daha dikiş bitimleri silikonla sabitleyip, sürfile makasıyla kesmeye geçecekken gözüne ilişen, “ne garip mobilya” dediği, tabuta benzer, sarı renkli yüküyle bir kamyonet küçük bayırı iner. Monoton işi bıkkınlık vermesin diye kulağı televizyonda, kesip onlu demetler halinde bağladığı torbaları naylona sarmak üzere yerinden doğrulan “abla” bu kez, gördüğü manzarayla irkilir: Kamyonet, ardında birkaç arabayla yola koyulmuş giderken, az önce gördüğü sarı mobilya, üstündeki yeşil örtüyle gerçekten de bir tabut!.. Bir hafta önce gelen komşular dışında yakında kimse yok sanırken, bir cenaze! Demeye kalmadan, bir de Burhaniye Belediyesi Cenaze Yıkama Aracı yazılı bir kapalı kasalı kamyonet, küçük bayırdan çıkıp yola koyulmasın mı?

Birkaç saat sonra, cenazeyi kendisinin yıkadığını belirten köylü kadınlardan edinilen istihbarata göre, Almanya’da ölen hanım, belli ki dileği üzerine, bir gün önce evine getirilip geceyi evinde geçirir, ertesi gün de alçakgönüllü bir kalabalıkla uğurlanır.

Çarşamba: Hava parçalı bulutlu; bir dargın, bir barışık… Sessizlikte, Karaağaç’tan gelen birbirine karışmış şarkı-türkü-marş hercümerci arasında, arada “abla”nın evi önünden bangırdayarak geçip verandada uyuklayan kedilerin dehşetle fırlayıp ağaç tepelerine tırmanmalarına neden olan parti arabalarından biri, -bu kez- uysal bir nezaketle durur, içinden çıkan komşulardan bir hanım verandaya yaklaşır, kendisini karşılayan “abla”ya “Belediye Başkan adayımız seninle de tanışmak istiyor” der. Takım elbiseli birkaç adam ve bir hanım daha, “abla”nın oturduğu siteyle ilgili projelerini anlatan, fotoğraflarının da bulunduğu tek yaprak broşürlerini bırakır, konvoya katılıp katılamayacağını sorar, ne yaptığını öğrendiklerinde, “Karaağaç’ta bir kurs açsak, kutu yapmayı öğretip öğretmeyeceğini…” bilmek isterler. “Sitede oturup, siteyle ilgili görüş belirtecek tek kişi partinizde, bu yüzden sizi destekleyeceğim” der “abla”, “…elbette adaylığını, din ya da milliyetçilik pazarlayan partilerden koysaydı, desteklemekte zorlanırdım” sözleriyle, yüreğinden taşan hiçbir zaman tam anlamıyla aktaramadığı iyilik dilekleriyle, tek tek ellerini sıkarak uğurlar.

7 Mart 2009 Cumartesi

“…böyle zamanlarda keşke mümkün olsa, her birimiz, acının bir parçasını alsak…”

500 kutu, 1000 poşet siparişi alıp, kargo bilgisini verdiği 70 kg kağıdın ödemesini yapan; 110 metre çantalık astar, 18 metrekare elyaf, 500 püskül, 20 makara dikiş ipliği, 10 paket kumaş boyası, 4 paket ince silikonu koyduğu battal boy çöp torbalarıyla yaptığı iki küçük denkle, İstanbul’dan evine dönen “abla”, 10 değişik renkte kumaşla çalışacak olmanın verdiği iç kıpırdatan sevinçle, aynı renklerdeki makaralarını sarmak üzere dikiş makinesinin masuralarını bir sayar ki, ne görsün? Yeterli sayıda değil!

Giyinir, Burhaniye’ye gitmek üzere, ertesi sabah verandayı sarı çamura boyayacak yağmura gebe, sarı renkli puslu havada 12:00 servisine biner; bilge şoför Halil Ağabey’e, belgeselde gördüğü Comodo Ejderi’ni, dehşetle karışık hayranlıkla “…yalnız yakalasa adamı parçalar!” diye anlatan balıkçının arkasına yerleşir. Güvercin Koyu’nda inen balıkçının yerine, öne binen kır saçlı, göbekli adamla tutturulan sohbet bu kez, okula gitmeyip, Körfez Birlik arabalarıyla “öğrenci tarifesi”nden, dolanıp duran öğrenci tayfası üzerinedir. “Ana babaları okulda sanıyor” diye yazıklanan Halil Ağabey ile gözlemlerini ve duyduklarını birleştiren adam, cep telefonuyla aradığı birine, “bakın bakalım, soruşturun bir, kimin çocuğuymuş bunlar?” talimatı verir.

Mart ayının 6. günü, üzerinde parti propaganda bayraklarının birbirine dolandığı ışıklı levha 23 dereceyi gösterirken kalabalığı yaran “abla”, meydana paralel sokağa seğirtir; sağında solundaki internet cafe tabelaları arasında kaybolmuş, ancak bilenin bulabileceği dikiş makinesi tamiratı yazılı tabela altındaki küçücük dükkâna girer, bakınır. Bir önceki gelişinde konuştuğu amca yerine, omzunda kaplan postu desenli polar şalıyla ufak tefek gözlüklü bir kadın, fırfırlı, çiçekli yastıklı tahta iskemleden doğrulur. “Tahtakale’den iki kez plastik masura aldım” der “abla”, “hem de markasıyla… İkisi de makineye uymadı. Ben de sizde vardır diye geldim…” Kadının, üzerinde çocuk giysileri asılı karmakarışık tezgâhta, acemice arandığını, bunun uzun süreceğe benzediğini gören “abla” sorar “amca yok mu?”

“Öldü” der kadın, alttan çıkardığı bir karton kutuyu eşelerken, “eşim öldü…”

Camdaki Devren Satılık yazılı kağıdın sırrına varan “abla”nın, “başınız sağ olsun, nesi vardı, hasta mıydı?” sorusuna, masaya döktüğü naylon torbadan dökülen parçalar arasından masuraları ağır hareketlerle ayırırken, gözünden süzülen yaşları, öteki elindeki kâğıt mendille kurulayarak yanıtlar “hiç ağlayamadım başta, sonra böyle, kim başın sağ olsun dese… Cenazesinde de yoktum, beni Balıkesir’e götürmüşler, yoğun bakıma, aklım başımda değil… 2.5 ay oldu, halâ ellerim, ayaklarım tir tir titriyor… ”

“Gece kahveye çıkar, başım ağrıyor deyip gitmedi, benim gastritim var, ağrı ile bulantı, acil’e gidip iğne yaptırmadıkça dinmiyor, baktım bunun hâli yok, yeğenimle gittik hastaneye, döndük, iyi misin dedim, boynuna atkı sarmış, iyiyim dedi, ben de eşofmanımla öylece girdim yanına, uyuduk… Yeğenim ertesi akşam evin önünden geçerken ışık görmeyince, annesigili aramış, nerede olabilir bunlar diye, araba kapının önünde, ayakkabılar da… hiçbir yerde bulamayınca polis çağırmış kapıyı kırmışlar…”

“Dükkân kira, bir sürü mal da kaldı, hiçbir şeyin yerini bilmiyorum, insan bilse böyle olacak, sorar öğrenir…” Raflardaki çocuk giysilerini gösterip “gittim pazarcılara sordum alır mısınız diye, elimizdekini anca satıyoruz dediler”

Çocuğu da, -görünüşe göre- hiç tesellisi de olmayan kadın bir yandan ağlar, diğer yandan karışıklığı yüzünden gerçek boyutları anlaşılamayan küçük dükkânda, kutular torbalar arasında dolanırken, -arkadaşının, doğum haritasında görüp “başkalarının duygularını emebilme” diye adlandırdığı- aşırı empatiyle diğeriyle özdeşleşen “abla”, nasıl avutacağını bilemediği, lodosun apansız yapayalnız bıraktığı umarsız kadına sarılır, bir süre sessizce ağlaşırlar.

Alışveriş biter, 13:30 servisine yetişme telâşıyla koşar adım garaja yönelirken yüreğindeki küçük huzura bakan “abla”, “…böyle zamanlarda keşke mümkün olsa, her birimiz, acının bir parçasını alsak…” dediğindeki gibi ufak bir parçayı alıp -çok az da olsa- bir hafifleme sağladığından emindir.

4 Şubat 2009 Çarşamba

Kasım’ın ikinci günü denizdeki kadın… Ocak’ın yirmi dokuzuncu günü, yine denizde!

Güney Amerika gezisi dönüşü, ayağından Copacabana’nın, İpanema’nın kumu, üzerinden Atlantik’in, Pasifik’in tuzu dökülmeden Sinema-Tarih Buluşması’nı izleyip yazan “abla” gezi yazılarını eve dönüşe bırakır. İstanbul’a her gelişinde yaptığı olağan Tahtakale ziyaretini, bu kez kızıyla yapar; finalinde ona, Mısır Çarşısı Kapısı dibindeki muhteşem konumu, tarihi, manzarası ve yemekleriyle tanıyıp sevdiği Pandeli’de gururla bir yemek ısmarlar. Şurada ne kaldı, biraz daha kal da yeni yıla beraber girelim dilekleri uyarınca hazırlanırken, top oynanan her sokakta ne yapıp edip bir münasebetsiz top darbesi almayı başaran “abla”nın, yılbaşında adet olduğu üzere alınan Millî Piyango biletine, adet olduğu üzere bir şey çıkmaz. Böylece sadece kendisinin yenebileceği tetris programı yazdırma hayâlini rafa kaldıran “abla”, Kuzey Ege’deki evine döner.

Bilge servis şoförü Halil Ağabey’in, hava durumunu arada bayağı soğuk yaptı diyerek bildirdiği; yokluğunda, diğer yazlıklar gibi terk edildiğini sanan, doğal yapısından da aldığı destekle küs sevgili gibi soğuk ev, “abla”nın, başlangıçta efekt izlenimi veren mırıltısına karşın, birkaç gün aralıksız yaktığı soba ile sonunda ısınır.

İkinci aşama, kedi nüfusu sayımı: Yokluğunda, Romy ile Lekeli Burun’un izleyen günlerde de ortaya çıkmayışına bakılırsa Çomar’ın çocukları yarı yarıya fire vermiş. “Abla” ile incirin dibinde karşılaştıklarında, sevincinden ne yapacağını bilemeyip yukarı omzuna tırmanıp yanağını ille de “abla”nın yanağına süren, bir saniye sonra aşağı inip bacaklarına sürünen, ikinci saniyede yine paçasından yukarı tırmanıp omzundan yanağına ulaşan Ekran Koruma ve sevgili biraderi, ürkek, sonradan açılan Brad Pitt ile en çok 10-12 dolayında gezinen kedi kadrosunda yepyeni bir yüz; gözlerinden inen iki damlayla leopar makyajlı, burnu korkuyla bir tavşanınki gibi hareketli, gri, tekir, uzun tüylü, banyo lifi kılıklı, ufacık Pofur!

“Abla”nın, üçüncü aşamada ben geldim! uğraması yaptığı, –hepi topu- üç komşusunun en yakın oturanından aldığı haberler, yüz kızartıcı! Bu ikisi, Ekran Koruma ve biraderi Brad Pitt, kedilere has mama/yol bulma becerisiyle ulaştıkları, bir önceki Merkür geri gidişinde uğradığı trafik kazasında kırılan bacağındaki alçıdan yeni kurtulmuş, tek bastonla yürüyen kadının, tel kapı ve pencerelerini tırmana tırmana delik deşik etmişler!

Bazılarını, araya giren zaman yüzünden okuyamadığı küçük defterindeki notları zor bela deşifre edip gezi yazılarını toparlamaya çalışmakla ve Merkür’ün geri gidişinin yarattığı yılgınlıkla günler geçerken, kargodan çıkan, küçük kız kardeşinin yolladığı bisküvi kolisi büyüklüğündeki kutu, “abla”nın hayâllerini gerçekleştiren bir yeni yıl hediyesi getirir: Son moda, yumuşak plastik en renklisinden bir çift çizme!

Bu, “abla”nın, …çok çamur oluyor da yürüyüşe çıkamıyorum… türünden çamura yatmalarını iptâl eder nitelikte bir gelişmedir ve ilk günden başlayarak, renkli lastik çizme, önce, 45 yıl öncesi suya basmaaaa! uyarılarına inat, foşuuur foşur denizde, ardından da çamura girme çocuğum, bak… tehditlerine gecikmiş sert bir cevap olarak, Karatepe’nin yapışkan vıck vock çamurunda test edilir. Bereket, lodos ve ardından yağmur, “abla”nın test hevesini tatmin eder sıklıktadır ve çizmeler yağmurlukla tamamlanarak, dolu ile zenginleşmiş 3 saatlik yağış testinden de başarıyla geçer!

Kış yüzünden tavan yapan kedi nüfusunu beslemek üzere kraker almaya Burhaniye’ye inerken serviste rastladığı, Kasım’ın ikinci günü denizdeki kadın*, “abla”ya, Ocak’ın yirmi dokuzuncu günü de denizde olduğunu alçakgönüllü bir edayla bildirir. Ama der, 15 dakika, fazla değil!

Havaların, iki-üç gün poyraz/ayaz, üç-beş gün lodos/yaş seyrettiği günlerde, “abla” yine Burhaniye’ye inmekteyken, şirketin önünden servise, bilge şoför Halil Ağabey’in yanına binen Kasım’ın ikinci günü denizdeki kadın, ben de gittim Pelitköy’deki deve güreşlerine... diye katılır sohbete, Burhaniye’deki hava yağmurlu diye iptal edilmiş ya, Pelitköy çok kalabaydı çooook! İlk defa görüyorum ben de, merak ediyordum, piknik gibi, bir içtiler, bir içtiler, sonra da oynadılar… Ama ben ayakta, çok yoruldum, ööööyle dikilmek iki saat, zor geldi… Erkekler kadın halinden anlamıyor…

Sessizlik…

Erkekler kadın halinden anlamıyor… “Abla” cümledeki vurguyu sezer; kendini koruma, özgürlüğünü koruma, yanlış anlaşılma… türünden kaygılarla yanlış anlaşılması gerektiğinde bile kadınlığını, cinsiyetsiz insanlığının ardına gizlemiş ve böylece iyi mi etmiş, kötü mü yapmış bilemezken, kadının kendini ortaya koyuşundaki keskinlik/kesinlik, Kasım’ın ikinci günü denizde yapılan konuşma üzerine aklına takılan, bilinç dönüşümüyle ilgili soruyu yanıtlar niteliktedir.


Kasım’ın ikinci günü denizdeki kadın* 4 Kasım 2008 tarihli yazı

23 Kasım 2008 Pazar

Seksî Aralık'tan, Millî Piyango biletli Metin Üstündağ karikatürüne...

Birmilyonkalem'deki editör arkadaşından, Aralık Ayı'nın başlığı Seksî Aralık konulu bir mail alan "abla"ya göre, bir şeye seksî denebilmesi için onun, cinsel açıdan çekici olması gerekir; buna göre Aralık'ın seksî bir ay olmasının tek açıklaması, soğuklar yüzünden bir diğerinin sıcaklığına ihtiyaç duyup sarılma, hazır sarılmışken de... olsa gerek!

Seksî kavramıyla ilgili olarak "abla"nın kafası ilk kez, "80'lerde, -özenle, ısrarla- magazinleştirilen yaşamlarımıza ite kaka sokulan, icraatından çok ailesinin odağında olduğu dedikodularla gündem tazeleyen, image maker'lar tarafından tonton'laştırılıp tadından yenmez hâle getirilen Turgut Özal'ın en seksî erkek seçilmesiyle, karışır!

Demeye kalmadan, bu kez 99'da, Deprem Dede Ahmet Mete Işıkara da en seksî erkek seçilmez mi?

Her ikisi için de çok farklı duygular besleyen "abla"nın, sözkonusu duyguları arasında cinsellikten en ufak bir iz yok! Böyleyken, bir erkeği seksî bulmak, erkek nüfus için, ülkemiz dahil, Dünyanın pek çok ülkesinde -henüz- mümkün değilken, kadın nüfus nasıl olur da tonton bir adamla, -konusunda- deneyimli bir bilim adamını seksî bulur?

"Abla" kendisini derin düşüncelere salan bu seçimlerin, temelindeki seksî kavramı üzerine, düşüne taşına, kendince şöyle bir sonuca varır: Yaklaşık 20 yıllık arayla, kadınların -artık onlar hangi kadınlar ise-, yakışıklı bir aktör gibi seksî bulup seçtikleri bu iki adam, tonton ile bilim adamı, kendi dönemlerinde
ekranlarda uzun süreyle kalmış kişiler!

Zamanla, gözlemleriyle pekiştirdiği bu teorisini; yılbaşı Millî Piyango biletine dişe dokunur bir ikramiye vurmadığını anlayan adamın, yüzündeki ekşi ifadeyle, hakkındaki planlardan habersiz örgüsünü örmekte karısına bakıp içinden "ulan bir sene daha bu karıyı ...eceğiz!" dediği bir Metin Üstündağ karikatürüyle birleştirir "abla": Ve, bakmak, görmek, izlemek ile sevgi arasında kurduğu bağ uyarınca "piyango listelerine baktığının yarısı kadar," der "sevmeyi unuttuğu karısına bakmış olsa, onda -herkeste bulunup, gözlenmedikçe görünmeyen- kendine özgü, yeniden âşık olunası güzelliği görecek, eline büyükce miktarda para geçen ülkem erkeğinin ilk fırsatta yaptığı gibi, onu, kısa sürede tüketeceği bir yenisiyle değiştirmeye kalkışmayacak!"